ZEKÂT: AİLE BOYU ARINMA

491

        Fakirlik ve zenginlik birer imtihan türüdür. Farklı kabiliyetlere sahip olan insanların kimine daha çok mal mülk verilir kimine daha az. Bu pencereden bakıldığında yeterli donanımı olan için imtihanın çeşidi sonucu değiştirmez. “Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa yerinirim” dizelerinde Yunus Emre de varlıkla yokluğu eş değer görür. Öte yandan, varlıkla imtihan, yoklukla imtihana göre daha çetindir. Cenab-ı Hakk’ın varlıkla imtihan ettiği insanlar, çoğu zaman servetini, kendi başarısıyla kazandığını ve hak ettiğini düşünür. Allah’ın ona olan lütfunu unutur ama fakire gelince “Allah versin.” der. Bilmez ki Allah’ın lütfu, bazen insanların eliyle takdim edilir: “Onlara, ‘Allah’ın size verdiği rızıktan başkaları için de harcayın.’ dendiğinde, inkârcılar müminlere derler ki: ‘Dilese Allah’ın doyuracağı kimseleri biz mi besleyeceğiz!..’” (Yâsîn, 36/47) Hâlbuki Allah, fakirleri doyurmayı dilemiş ve âdeta insanı buna vekil kılmıştır. Bu vekaletin bilincinde olanlar, fakirleri “isteme” zilletine düşürmeden nesiller boyu insan onurunun korunmasına katkıda bulunmaktadır. Domino etkisi oluşturacak nesillerin ilk parçası ise kendi çocuklarımızdır.

         Haksız kazanç, sadece hırsızlık, gasp, faiz gibi yollarla elde edilmez. Zekâtı verilmemiş mal varlığı da haksız kazanç içerir. Zira asgari zenginlik ölçüsüne ulaşıp da bir yıl boyunca öylece duran birikimimizde fakirin hakkı vardır. Fıtratını koruyan bir kimse, zekâtla arındırılmamış bu bulanık suyu kendisi içmeyeceği gibi ailesine de içirmek istemez. Dolayısıyla zekât, her ne kadar ferdî bir ibadet gibi görünse de sonuçları itibarıyla aileyi etkiler.

        Belki açlıktan uyuyamayan bir çocuğun yemek parası, kolumuzu süsleyen bileziktedir. Dolaba sığmayan ayakkabılarda, bir ayakkabıyı sırayla giyen kardeşlerin hakkı vardır.

       Fakirlik, dinin teşvik ettiği bir statü değildir. Servet sahibi olmak yasaklanmamıştır. Zekâtı verilen servet, meşru hâle gelir. Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah’ın (c.c.) kendisine verdiği zenginliği ihtiyaç sahipleriyle paylaşan kimsenin imrenmeye değer olduğunu buyurmuştur (Buhari, Zekât, 5).

      Zekât, şükrün kanıtı, şükür ise imanın ta kendisidir. “Biz insana doğru yolu gösterdik. Artık ister şükreder; isterse nankörlük eder.” (İnsân, 76/3) ayeti de bunu vurgular. Demek ki nimetin kimden geldiğini ve kimin uğruna harcanacağını bilmek de imandandır.

      Zekâtla sadece mal varlığının şükrü değil, her nimetin; aklın, zamanın, gençliğin, güzelliğin de zekâtı olacağı anlaşılır. Nitekim Allah Resulü’nün, “Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur.” (İbn-i Mâce, Sıyam, 44) hadisi, aslında her ibadetin, zekâtla aynı kaynaktan beslenen bir şükür biçimi olduğunu gösterir. Zekât okulunda yetiştirilen çocuklar, paylaşmayı öğrendiği için nimet bağımlısı olmaz. Annesi Meryem’in kucağında bir mucize eseri konuşarak “Yaşadığım sürece Allah bana namazı ve zekâtı emretti.” (Meryem, 19/31) diyen İsa peygamberin örnekliğinde, küçüklükten itibaren namaz ve zekât bilinciyle aşılanır çocuklarımız.

        Zekât emrini yerine getiren Müslüman, bir toplum içerisinde yaşadığını ve kazancını o topluma borçlu olduğunu unutmamıştır. Yoksa verilen zekâta yüce Allah’ın ihtiyaç duymadığı muhakkak. Nitekim başa kakılan, gösteriş için verilen sadakadan ziyade güzel bir söz O’nun katında daha kıymetlidir (Bakara, 2/262-264). Rızkı veren, Allah olduğuna göre o rızkı nereye nasıl harcayacağımızı da O belirler. Çocuğumuza harçlık verdiğimizde dahi o harçlığın nereye harcandığına karışmıyor muyuz? Bütün bunlar, ona güzel davranışlar kazandırmak ve onun iyiliği için değil mi? İhtiyaç sahiplerine infakta bulunmanın bir amacı da, kendi iyiliğimizdir (Teğâbün, 64/16). İnsanın kendi iyilik halesi, ailesini de aydınlatır. Bu iyiliğin tek düşmanı ise bencillik ve cimriliği fısıldayan nefistir.

Gülsüm SOYDAN